ßU S!T€ SÜP€R - мєянαвα ∂üηуα

Merhaba Dünya
  Açık duran pencerenin önünde oturmuş birini bekler gibi bir hali vardı. Esen yelin savurmasıyla dağılan saçlarını itinayla toplarken, bir yandan da sanki kilosu yetmezmiş gibi ha bire atıştırıyordu. 0 doğalı tam tamına 33 yıl 5 ay 24 gün olmuştu. Prens denen uyuz henüz ortalıkta yoktu.

Annesini kaybettikten sonra iyice içine kapanmış, yaşlı babasıyla kala kalmıştı. Bu anlatılan kız, benim annemdi! Ama şimdilik ben portakal bahçesinde atıl bir vaziyette vitamin olarak apartta beklemekteyim! Babasının (Dedem de diyebilirim) öksürük sesiyle irkildi. Dedem “kızım üşüteceksin, hava o kadar sıcak değil” deyince, umursamaz bir edayla yerinden kalktı, açık olan pencereyi kapatıp mutfağa yöneldi.

Dedem Mustafa efendi Demiryollarından emekli olalı 15 sene olmuştu, ninemin de ölmesiyle bayağı sarsılmış, uzun süre hastanede tedavi olmuştu. Annemin arkasından bakıp, iç geçirerek “Yarın ölüp gideceğim şu kızı bir baş göz edemedim, üstelik o kadarda kısmeti çıkmıştı” diye kendi kendine söylendi.

Ertesi gün, dedem annemi bir kenara çekip: ‘Bak kızım! Ben bu gün varım yarın yokum. Cemil efendi ile evlensen diyorum” dedi. Annem olacak salak “Yarın nereye gidiyorsun” diyecek kadar saftı. Allah’tan bak kızım derken nereye bakıyım baba demedi. Zekamı annemden almış olmalıyım. İşte hayat benim için burada başlıyordu. Annem ‘Hayır Cemil efendi çok yaşlı hem...” dedem sinirlenmişti “Iyi, ne halin varsa gör” diyerek dışarı çıktı. Annem de en büyük sırdaşı olan Müsebbiye Teyzenin yanına koştu. Kadın bilmişin teki, ne bilmez ki? yarışmaya soksan en büyük ikramiyeyi o alır. Gündemi yakalamak istersen onunla azcık konuş, yada borsa, yada mahallede, kim kiminle, kısaca her şeyi bilir. Annem çoktan Cemil efendiye razı olmuştu da! O kadının yüzünden kabul etmedi. Neymiş efendim annem gençmiş, güzelmiş, elini sallasa ellisiymiş! Daha neler,hem ben ne olacağım,babam Cemil değildi ki!

Zavallı annem! 0 saatten sonrada koca bulmak için gitmediği düğün- dernek kalmamıştı. Hatta bir seferinde memur eylemine bile katıldı, az daha tutuklanıyordu da Allah’tan tanıdıkları sayesinde yırtmış paçayı. Akşam üstü dedem çayını yudumlarken, annem de bitmez tükenmez çeyizlerine yeni kreasyonlar ekliyordu. Dedemin aklına birden, olacak ya, kızının kreasyonlarının çok eskidiğini ve yerine yenilerini eklemesi gerektiğini düşünmüş olmalı ki annemi biçki dikiş kursuna göndermişti.

Aradan bir ay geçmiş, kurs annemi pek sarmamış olsa gerek kursu bırakmıştı. Öğle üzeri eve sevinçle gelen dedem, annemi evde görünce şaşırsa da; “Kızım akşama görücü gelecek” dedi. Annem istemiyorum yan cebime koy der gibi görünse de kikirdeyerek odasına yöneldi. Gardırobunu telaşla açtı, nede olsa akşama giyeceği elbise çok önemliydi.

Akşam olmuş görücüler gelmişti. Damat adayı 35 yaşlarında üniversite mezunu ve üstelik de çok yakışıklıydı. Çok geçmeden annem misafirlere hoş geldin demek için salona girdiğinde; Muhteşem kıyafetiyle göründü. Başta dedem olmak üzere herkes şok olmuştu. Onu görenler akşama sahneye çıkacak sanırdı. Birde makyaj yapmıştı ki! Nasıl tarif edeyim? Görücüler oğullarına bakıp, bizim evladımıza kastımız yok dercesine apar topar evden kaçtılar. Bu arada dedem zıvanadan çıkmıştı. Annem ise hiçbir şey olmamış gibi pişkin pişkin “ne varmış kıyafetimde” derken bile, yırtmacından çıkan çarpık bacaklarına rağmen yüksek topuklu ayakkabılarının üzerinde zor duruyordu. Dedem, “Allah ıslah etsin, ne diyeyim” diyerek odasına çekildi.

Aradan epey zaman geçmişti. Dedem her zaman olduğu gibi kahvede oturmuş gazetesini okuyordu. Bir ara yan masada oturanların konuşmalarına kulak kabarttı. Adam konuşmasında komşularının kızının daktilo kursundan biriyle kaçtığından bahsediyordu. O an dedemin kalbi yerinden fırlayacaktı. Kahveden apar topar kalkıp hızlı adımlarla eve giderken, kendi kendine söyleniyordu. Annemi her zaman ki gibi pencerenin önünde oturmuş, beyaz atlı prensin hem de en beyazını bekler vaziyette buldu. Kızına bakıp “sık kızım dişini az kaldı” diyecekti nerdeyse.

Ertesi gün kısa bir araştırmanın sonrasında annemi daktilo kursuna yazdırmıştı bile. İlkokulu zar zor okuyan bir kızın 33 ünde daktiloyu öğrense ne olacak düşünmeyin lütfen! Unutmayın ki bu kurs benim için çok önemli! Hem beni de tanıyamazsınız.

Olanlara bir anlam veremeyen annem, kursun 20 günü doldurmuştu. Bu süre zarfında annem, daktilo yazmak dışında harikalar yaratıyordu! Kendince eleştirilere bile başlamıştı. Teneffüslerin birinde sıra arkadaşına “Teneffüsler neden 10 dakika oluyor da dersler 45 dakika” diye sorunca… Yanındaki bayan “günlerdir ben bu salakla mı arkadaşlık ediyorum” diye kendine kızdı.

Annemde kursun ilerleyen günlerinde bir gariplikler olmaya başlamıştı! Kursiyerlerin bunu anlaması fazla uzun sürmedi. Ders süresince, otuz yaşında kara kuru geyiğin biri annemi süzüyordu. Bu zat, annemin de nazarı dikkatinden kaçmamıştı. Yanakları alı al, moru mor oluyordu. Hoş annemin bu saatten sonra naz yapmak gibi bir lüksü de yoktu. Hani adam istese orada verecekti ama! Yine de biraz naz yapsa iyi olurdu. En azından romantiklik açısından. Sonra ne derler?

Kursun ikinci ayı tamamlanmıştı. Kursiyerlerin sular seller gibi daktilo yazmalarına karşın, annem tuşlarda hala B harfinin yerini arıyordu. Neden B, biliyor musunuz? Bahattin. Hani annemi sınıfta bir aydır kesen varya, işte o Bahattin. Annem, her seferinde B‘yi Bahattin’e sormak için yerinden kalkıyor, sonra tekrar yerine dönüyordu. Dersin birinde yazılması istenen metinler içinde B olmayan kelimelerle karşılaşan annem, kurs hocasına tavır bile almıştı. Neyse ki ertesi gün verilen metinde bolca B vardı. 0 gün annem yine B turuna çıkmıştı ki... hoca biraz da içerleyerek “Biz neciyiz? Bana niye sormuyorsun?” diye yırtındı. Ama onlar hocayı ciddiye bile almadılar.

Kasımın 25 i olmuş, dedem hastalanmış, durumu da pek iyi değildi. Annem elini çabuk tutmalıydı. Bir türlü Bahattin’e “al beni buralardan kaçır” diyemiyordu. Bu teklifin ondan gelmesini bekliyordu.

Ertesi gün kaloriferler bozulduğundan dershane çok soğuktu, elektriklerde yanmıyordu. Bu yüzden kurs da tatil edilmişti. Herkes sevinmişti ama! annem ile Bahattin’in sevincine su bile dökemezdi. Allah bilir Naim bile olimpiyatlarda madalyasını alınca o kadar sevinmemiştir.

Ben artık dünyaya gelmek üzere Bahattin’in yani babamın vücudundan yola çıkmaya hazırlanmıştım bile. Eğer kendine hakim olmasaydı bu yazılanları bile okuyamayacaktınız. Ama babam delikanlı adammış böyle bir şey yapmadı. El ele göz göze romantiklik olsun diye pastaneye gideceklerdi. Hiç olur mu be kardeşim. Annemin acelesi var, bak dedemde hasta!

Havanın soğuk olmasına rağmen Bahattin’i ikna eden annem, onu parka gitmeye ikna etmişti. Annemde az o… değilmiş hani. Parkta birkaç uyuz köpekten başka kimsecikler yoktu. Yaşasın! Az ileride tenha bir yer görmüştüm. Ama iki şapşal fark edememişler, sol tarafa bakmıyorlardı, çıldıracaktım. Neyse ki köpekler hırlayınca canlarını kurtarmak için gördüğüm yeri onlarda fark etmişti. Kısa bir süre sonra ben artık gün saymaya başlamıştım.

Günler bir birini kovalarken, annemde Bahattin’i kovalıyordu. O gün annemin içi içine sığmıyordu. Oysa Bahattin çok durgundu ve bir duvardan farksızdı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi annemi görmezlikten geliyordu. Her zaman olduğu gibi annem yine daktilodaki B tuşunu bulamama krizine girmişti. Öyle ki! Tam 23 defa B harfini sormak için Bahattin’e koştu. Ders boyu annem yamulmuş bir vaziyette melül melül Bahattin’e bakıyordu. Sınıftakiler hayretler içerisinde onları izliyordu. Bir süre sonra kendine gelen Bahattin onları izleyen gözleri fark etmiş olacak ki, koşar adımlarla dışarı çıkmıştı. Derse de geri dönmedi.

Ertesi gün öğretmen kursiyerlere haftaya sınav olacağını ve sınavda ne yapmaları gerektiğini anlatıyordu. Bahattin’den başka derdi olmayan annem, bir an önce ona müjdeyi vermek istiyordu. Onu göremeyince de telaşlandı, anlatılanları dinlemiyordu. Bahattin bir ara kapıda belirdi. Annem yerinden fırlayarak kapıya yöneldi. Sınıftakiler neler olup bittiğini anlamıştı. Bahattin anneme bir şey söylecekti ki! Annem boynuna atlayıp “Hamileyim” dedi. Bahattin mos mor olmuştu, yutkunamadı bile, boncuk gibi terlemeye başladı. 0 kadar B ile uğraşan Bahattin sonunda bo... yemişti. Karısı durumu anlamış, üstelik iki de çocuğu vardı. Annem neredeyse ağzının içine girecek vaziyette: “Ne söyleyecektin?” kısa bir sessizlik oldu. Bahattin “Şey... ben evliyim” bu kez annem morarmıştı. İki mor insan öylece kala kalmıştı. Peki bu arada ben ne olacağım? Bana, baban kim diye sorarlarsa ne diyecektim. Yoksa annem bana “Baban öldü yavrum” mu diyecekti. Hızla annemin karnına tekme savurdum. Tekmeyi iki taraflı yiyen annem daha da yıkılmıştı!

Aradan aylar geçmiş, annem eve gitmemiş, halası Leyla’nın yanında kalıyordu. Tıpkı filmlerde olduğu gibi her zaman yedekte bir hala bulunur ya! Bu arada kızının mürüvvetini görmek isteyen dedem ise maalesef hakkın rahmetine kavuşmuştu. Artık dünyaya gelmeme saniyeler kalmış, intikaları oynuyordum. Ve dünyaya gelmiştim. “Merhaba Dünya ben geldim, hani alkış”. Etrafta maskeli adamlardan başka kimse yoktu. Şu uzun boylu güzel Hemşireye yeşil pek yakışmamıştı. Demek Dünya burası ha! ne güzel kızlar var, o sarışını tuttum vallahi.

Gün ağarmak üzereydi. Dünyaya gelişimin ikinci günüydü ve Leyla halamlardaydık. Annem beni kucağına aldı ve sessizce dışarı çıktı. “Hiç bu saatte gezilir mi? Havada çok güzeldi”. Uykum gelmişti ama direniyordum. Aynı sokağı defalarca geçtik sanıyorum herhalde annem yolu şaşırmıştı. Sonra tekrar devam etti. Bir müddet sonra durdu ve yüzüme kapadığı örtüyü açıp defalarca öptü, kokladı. Yoksa ayrılıyor muyduk? soramadım. Burası, geniş avlusu ve yanında da tepesinde ay bulunan yüksekçi bir yerdi. Tamam ya burası camii avlusu değil mi? İyi de ben namaz kılmasını bilmem ki. Anlamıştım, annem gibi saf değildim, beni sokağa terk ediyordu. Neden insanlar çocuklarım ya cami avlusuna yada karakolun yakınına bırakırlar ki?

Aradan saatler geçmişti, öğle olmak üzereydi ortalıkta da bir Allah’ın kulu yoktu. Camiye kimseler gelmiyordu. Hani nerede benim din kardeşlerim. Altımı ıslatmıştım, üstelik karnım da acıkmıştı. Salak salak saatlerce ağladım. Yanı başımda biberon vardı, ama elim kolum bağlıydı. Hem ben bebeğim ya!

Güneş tam tepemdeydi ve dünyaya gelişimin ikinci gününde veda ediyordum, alacağın olsun dünya! Son bir gayretle ağlamaya başladım. Ayak sesleri duydum, işe yaramıştı ve sesler git gide bana doğru yaklaşıyordu. Bu bir polisten başkası değildi. Hayret burada işi ne ki? Oysa, vatandaşa rastlamalıydım. Her neyse, ne fark eder ki, neticede paçayı kurtarmıştım!

Çok geçmeden karakoldaydım. Kalabalıktı ve git gide çoğalıyordu. İnsanlar sıraya dizilmiş kimlik kontrolü yaptırıyordu. Sahi benim adım neydi? Sıradaki yaşlı adam “Vallahi ben bu gün sayım olduğunu bilmiyordum oğlum” diye dert yanıyordu. Ah alçak anne sokağa terk edecek başka bir gün yok muydu? Az kalsın ölecektim. Beni bulan polis memurunun adı Battal’mış. Kucağında ben olduğum halde komiserin odasına girdi “Komiserim ne yapalım”. Komiser elli beş yaşında, kır saçlı ve göbekliydi. Sert bir ifadeyle “Kaydını yapın, üzerinden kağıt filan çıktı mı?”. Kundağı şöyle bir göz ucu ile kontrol edip, “Hayır? sadece kolunda bir bant var. Herhalde hastanede yapıştırmışlar” dedi. Komiser merakla! “Ne yazıyor?” Polis memuru okudu bir şey anlamadı, bir daha okudu yine anlayamadı, sonra kekeleyerek “Şey... Bebek Küçüntekik” Komiser güldü “‘0 neki? Bu nasıl isim?” Polis memuru “Vallahi anlamadım soyadı herhalde. Amirim adını ne koyalım? Sizin adınızı koysak olur mu?” Komiser bir isim babası olmanın edasıyla sanki matah bir isimi varmış gibi “Olur olur” dedi.


Bu bana yapılan bir revam mıydı? Nüfus sayımında sokağa terk edil, o da yetmezmiş gibi özürlü bir hemşire tarafından soyadın KÜÇÜKTEKİN yerine KUÇÜNTEKİK yazılsın, bu da yetmezmiş gibi ismin Hıdır konulsun. Peki sorarım size ben büyüyüp ileride yarışmalara katılsam, sunucu soyadının anlamı ne diye sorduğunda ben ne diyeceğim? “Şey… inanmayacaksınız ama doğumda görevli hemşire soyadımın harflerini yanlış yazmış diye salakça bir açıklama mı yapacaktım. Bu ne ya? Soyadım söylenirken bile insanların çeneleri ileri gidip,dudakları da garip bir şekil alıyor vallahi.

Ah ulan alçak dünya alacağın olsun. Karakolda beşinci saatimi tamamlamıştım. Tekrar ağlamaya başladım. Altımı ıslatmıştım ve üstelik kanımda acıkmıştı, kimse benimle ilgilenmiyordu. Karakolda en kolay iş ağlamaktı. Çok geçmeden sanki lazımlarmış gibi bekçi Şeyhmus ile polis memuru Satılmış imdadıma yetişti. Daha doğrusu komiser çocuk niye ağlıyor şuna bakın demiş de. Şu rezilliğe bakın! Sokağa çıkma yasağında terk edil, bu da yetmezmiş gibi isimleri bile literatürden kaldırılmış Battal,Şeyhmus ve Hıdır isimleriyle karşılaş, ha birde ben Hıdır KÜÇÜNTEKİK muhabbete bakar mısınız? Sesimi kesmeyi başaramayan ağabeylerim; Buse diye seslendi. Allahım o ne ihtişam, salına salına geldi. Onlar gibi kazma değil ki ne de olsa bir anne, sesimi zart diye kestim. Birden aklıma annem geldi. Niçin benim de kanatlı ped kullanan sarışın bir annem olmadı diye isyan ettim.

Çok uzatmış olmalıyım ki beni arabayla yetimhaneye götürdüler. Buse ile bile vedalaşamamıştım. Kader beni bu Dünyada, daktilodaki B ile birde salak hemşirenin koluma yazdığı K ve N ile yıkmıştı. Şu saatten sonrada ağlamanın bir anlamı yoktu.

Bugün 6 ziyaretçi (50 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol